top of page
Yazarın fotoğrafıM.Serhad SARIARSLAN

Teslim Olmayın!


TDK’nın Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü, “Zor oyunu bozar” ifadesini “Hileyle hazırlanan bir düzenin güç kullanılarak üstesinden gelinebilir” olarak açıklamış. Farklı kaynaklarda ise bu anlama tamamen ters düşecek biçimde “güçlü olan kazanır, haksız yere zor kullanılarak bazı şeyler elde edilebilir” gibi açıklamalar da mevcut olsa da atasözünün içerisinde geçen “oyun” ve “bozmak” ifadeleri ikinci açıklamanın değil, TDK açıklamasının doğru olduğunu açık ediyor.


Zor’u, savunulabilir kılan ise elbette onun meşruiyetidir. TDK, bir önceki atasözünde isabetli olsa da “meşru” kelimesinin açıklamasında maalesef eksiksiz bir anlatım sağlayamamış. Meşrunun karşılığını “yasal” olarak vermiş. Kelimenin Arapça kökü olan “şr”, yüz yıllardır “dine, yasaya uygun olma” anlamı taşıyor olsa da “herkesin tâbi olmayı kabul edeceği kurallar” anlamının zaman içinde sosyolojik ihtiyaçlara göre aşınarak dinsel bir ifadeye dönüşmüş olduğunu belirtmek gerekiyor. Aynı kökten olan “Şer” kelimesi ise (anlamı “kötü” olan şer değil) “yol, rota” anlamlarına sahip. “Toplumun yolu, rotası” manasının da zaman içerisinde “İslam dininin yolu, İslam Hukuku” anlamlarına taşınmış olduğunu görebiliyoruz. Buradan hareketle de “meşruiyet” kelimesinin anlam aşınmasına/daralmasına uğradığını, “yasal olma” karşılığına sıkıştırıldığını tespit edebiliyoruz.


Oysa “meşru”, bir toplumun ekseriyetle kabul edilebilir gördüklerinin her biridir. Yasalar ise meşruiyeti takip eder. Önce toplum tarafından kabul edilebilir görülen bir eylem ya da davranış, daha sonra yasal olarak da kabul edilir ve aynı anlama gelmek üzere toplumca meşru görülmeyen daha sonra yasal olarak da suç halini alır. Bu durum elbette meşruiyet ve yasallığı her zaman aynı küme yapmaz. Aralarında genişçe bir kesişim kümesi olduğu gibi; fark kümesi de mevcuttur. Bunun bir nedeni; yasalın, meşruyu takip etmesi ve bu takip sırasında bir zaman farkı olmasıysa, diğer nedeni de sınıflı toplumlarda, toplumun kabul ettiklerinin, baskın sınıfça manipüle edilmesidir. Sermaye sınıfının kendi ihtiyaçlarını, toplumun da ihtiyaçlarıymış gibi göstermesi için yarattığı çok sayıda araç vardır. Yasanın; toplumun değil egemen sınıfın çıkarları için var olmasının ancak toplumsal meşruiyeti olmayan bir fiilin yasa tarafından serbest kılınmasının ya da tersinin de yaratacağı çelişkiler mevcuttur. O halde egemen sınıfın aygıtları ve araçları yoluyla manipüle edilen toplumların neyi meşru sayıp neyi saymayacağına dair, egemen sınıfın istediği toplumsal biçimlendirme tesis edilince yasa da peşinden gelmektedir.




Zor’un meşru kılınması ise bir toplumda kabul edilebilir bulunan “şiddetin” hikayesidir. Kimin ya da kimlerin ne zaman, ne şekilde, ne oranda ve kime ya da kimlere şiddet uygulayabileceğinin sınırlarını çizer. Toplumun, egemen sınıfın meşru şiddet uygulayıcılarını kutsal saymasına kadar varan bu meşruiyet, sermayenin ihtiyaç duyduğunda, ihtiyaç duyulduğu miktarda kullanımına sunulan şiddet imkanlarını önüne geçilmez kılar.


Ancak bazen “zor”, bahsedilen bu aygıtın dışında ve bundan bağımsız gelişir. “Zor” ifadesi, şiddet ifadesinden taşarak zorlamak ve mecbur kılmaya genişler. Meşruiyeti artan “zorlama”, sermaye sınıfını sıkıştırır, kendi aygıtlarının işlevselliği zayıflar, hatta bu aygıtların kendi içinde disiplinleri ve eşgüdümleri bozulur.


 Tarihte bu zorlama, hep ileriye yöneliktir. Geriye gidişler arızi, ileriye gidişler ise daimidir. Tarihin kimi dönemlerinde yaşanılan toplumsal geriye gidişlerin, sonraki ileriye sıçramaların öncül hareketi olması genel, aksi ise istisnadır. Örnek olsun, ülkenin tüm askeri varlığını, gemilerini, tersanelerini, bağımsızlığını düşmana teslim etmiş padişaha ve yüzlerce yıllık geleneği gereği padişaha biatlı devlet örgütüne ve buna uygun toplum yapısına rağmen hem o devletin içinden hem de halkın içinden yeşeren bir bağımsızlık hareketi, devletten bağımsız bir ordu kurup hem işgalcileri hem de teslimiyetçi arkaik iktidarı alaşağı etmeyi başarmıştır. Bunu imkân dahilinde kılan ise meşruiyet ve zorun diyalektiği olmuştur. Böyle bir tarihsel kesitte, var olan yasaya uygunluktan söz etmek mümkün değildir. Zira yasa koyucu teslim olmuş, bununla da kalmayıp yeşeren bağımsızlık hareketinin liderine idam fermanı çıkartmıştır. İstanbul’un 4 yıl, 11 ay süren İngiliz işgali, padişahın oluru varsa -ki vardı-yasaldır, ancak halkın oluru yoksa meşru değildir. Meşruiyetin saltanattan, Mustafa Kemal Atatürk’e ve ekibine kaydığı oranda, yasa koyma gücü de kongrelere ve meclise devrolmuştur.




 

Yasa koyma da temelde bir zor kullanma yetkisidir. Yasa ve yasama dediğimiz, zorun meşruiyetidir. Sınıflı toplumlarda, egemen sınıfın zor aygıtlarından birinin de kurulu hukuk düzeni olduğu sır değildir. Hukuk sistemiyle övünen AB ülkelerinde, Filistin’de katliam gerçekleştiren İsrail teokratik devlet aygıtı ve burjuvazisine getirilen eleştiriler sebep gösterilerek AB vatandaşı insanların nasıl göz altına alındığını, tutuklandığını, işlerinden kovulduğunu hepimiz gördük. Dolayısıyla hukuk, Mihail Bakunin’in dediği gibi “siyasetin/iktidarın fahişesi” olurken zamanlamayı da egemen sınıf belirlemektedir. Hukuk düzeni, egemen sınıf gel dediği zaman gelmekte, git dediği zaman gitmektedir. AB ülkelerinde ve ABD’de hukuk, konu İsrail’in katliamı olunca söylenen yere gecikmeksizin gelmiştir  ve git denilene kadar da AB ülkelerinde ve ABD üniversitelerinde terör estirmiştir. İstenildiği zaman gelip giden bir hukuk, pek tabiidir ki gelme-gitme dönemlerinde toplumsal meşruiyetle arasında bir açı oluşturur. Bu “açı”lar, farklı dönemlerde ve koşullarda gerçekleşir ve toplumun da buna karşı durma ve zor kullanma meşruiyeti artar.  


Zor, meşruiyet ve yasa, diğer ikisinin hem belirleyeni hem de diğer ikisince belirlenen kavramlardır. Böylece “oyunun” bozulmasına dair girişimlerin salınım yörüngesini de belirlemektedir.  

 

Salınım yörüngesi demişken, siyaset ve fiziğin birbirlerini doğrulayan kurallarını örnek göstermek her ne kadar okuması zor olsa da ön araştırması ya da ilgisi olan okur için açıklayıcı olduğundan, yazıyı gök cisimlerini örnek alarak bitirmek mümkündür:

 

Özkütlesi yani yoğunluğu fazla cisimler, yoğunluğu az cisimleri kendilerinden daha büyük olsalar da çekebilirler. Bir demir bilye, strafordan yapılmış büyük bir toptan yüzlerce kat küçük fakat daha ağırdır. Dolayısıyla büyük cisimler, küçük cisimlerin çekim alanında bir uydu gibi dönebilirler. Örneğin, dünyayı büzüştürüp, bir futbol topu olana kadar sıkıştırsak, çekim gücünden bir şey kaybetmez, koskoca ay etrafında dönmeye devam eder. Öyleyse mesele kuru kalabalığınız değil, ağırlığınızdır. Meşruiyet, yasa ve zor çerçevesinde işçi sınıfına, ezilen dünya halklarına, yerkürenin tüm mazlumlarına ait olanın yine onlara geri verilmesinde kritik unsur, egemen sınıfın kâğıttan kaplan heybeti değil, işçi sınıfının ve mazlum halkların ağırlığıdır.


Çevrenizde gördükleriniz, duyduklarınız; çeşitli yaş kuşaklarının insanı umutsuzluğa sürükleyen hal ve tavırları, toplumun duyarsızlığı ve iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı ayırt edemezliği, büyük devletlerin acımasızlığı ve gücü ve daha niceleri kimseyi yanıltmasın. Siz ağırlığınızı koruyun, umutsuzluğun çekim gücüne teslim olmayın. Tarih, olması gereken yörüngeyi çizecektir.

Comments

Couldn’t Load Comments
It looks like there was a technical problem. Try reconnecting or refreshing the page.
bottom of page