top of page
Yazarın fotoğrafıM.Serhad SARIARSLAN

Rekabet hukuku ve iktisat kuramları üzerine


Adam Smith’e göre serbest piyasa ekonomisi, karşılıklı kazanç sağlar, işbölümünün verimliliği artar ve bu durum bütün sınıfların çıkarınadır. Smith’in bu çıkarımının, serbest piyasa ekonomisine ilişkin 4 ana varsayımın gerçekleşme eğilimi ile paralel oranda doğrulanabileceği ileri sürülür. Bunlar; atomisite (sayısız alıcı ve satıcının olduğu piyasa); homojenlik (her firmanın tek bir alanda uzmanlaşmış olduğu piyasa); mobilite (hem girişimcilerin hem de çalışanların piyasaya rahatlıkla girebildiği ve çıkabildiği piyasa) ve açıklık (alıcı ve satıcıların piyasa hakkında tüm bilgiye sahip olması) olarak gruplandırılabilir.


Smith’in varsayımlarının, gerçek hayatta karşılığı olmadığı ve bunun toplumlar için eşitsizlik, adaletsizlik, yoksulluk ve savaşlara neden olduğu; toplumların her defasında büyük iktisadi krizlere sürüklendiği görüldüğünde ve bu durumun Marxist İktisadi Kuram’ı ve destekçilerini haklı çıkardığı anlaşıldığında, burjuvazinin yardımına, Keynes’in Keynesyen İktisat Teorisi yetişti. Kitlelerin sosyalizme eğilimini duraklatmaya ve kapitalizmi kendi deyimleri ile sürdürülebilir kılmaya yönelik teorisinde Keynes; devlet müdahalelerini içeren bir serbest piyasa ekonomisini savunmuştur. Keynes, Smith’in varsayımlarının neredeyse metafizik bir hülya olduğunu; Smith’in ortaya koyduğu haliyle serbest piyasa ekonomisinin, toplumsal zenginleşmeyi sağlayabilecek bağlamlardan uzak kaldığını iktisat biliminin diliyle anlatmıştır. Ancak, Marxistlere göre, Keynes’in yaklaşımı, kapitalizmi kendi varlık nedeniyle çelişen bir mantık hatasına çevirmektedir.


Keynes sonrasında gelen çok sayıda iktisatçı, Keynes’in görüşlerini, serbest piyasa ekonomilerinin sürdürülebilirliğini sağlamaya yönelik dönemsel önlemler olarak yorumladı. Bu sürdürülebilirlik; sürekli krizlerle kendini yenileyen, deyim yerindeyse “resetleyerek” yeniden başlatan, her başlangıç öncesi ve sonrasında geniş halk yığınlarını açlık ve yoksulluğun girdabına düşüren; yokluğun da her defasında toplumsal çürüme ve ahlaki çöküntüyü beslediği, ancak her krizde kendi “evlatlarından” da bazılarını feda ettiği ve bu anlamda çok sayıda “girişimin” de kepenk kapatıp sınıf düştüğü fasit bir daireden başka bir şey değildir.


Serbest piyasanın güncel ideologları, Smith’in dört ana varsayımını, tamamen mümkün olmayacak olsa bile, hiç değilse eğilim olarak amaçlanan hedefler olarak siyasallaştırmıştır. “Girişimcilerin” piyasaya rahatlıkla girebilmesinin ve çıkabilmesinin sağlanması; devletin girişimcilerin herbirine eşit davrandığı, liyakati esas alan bir tarafsızlık içinde olması; kamu ve özel sektörde liyakatli kadroların bulunması; burjuva ideolojik terminolojisinde yer ettiği üzere bir “fırsat eşitliği” ülkesi yaratılması; hukuk ve demokrasinin evrensel standartlarda istisnasız olarak sağlanması; her türlü ihale, iş ve işlemlerde en iyinin en uyguna temin edildiği tam bir dürüstlük mekanizması kurulması ve çalışanların iş gücü piyasasında serbestçe dolaşabileceği rekabet kurallarının müsamahasız şekilde işletilmesi gibi temel kurallara uyulduğu bir ekonomide, Smith’in öngördüğü kadar olmasa da ona yakın bir düzenin tesis edilebilmesi, kriz aralıklarının da bu yolla çok daha uzun vadeli periyotlara yayılarak seyreltilmesi bu ideologlara göre mümkündür. Gerçekten de, söyledikleri anlamda olmasa da; kriz dönemlerinin daha uzun vadelere yayılması; aynı neslin iki ya da üçten fazla iktisadi kriz yaşamaması; toplumun siyasete aktif katılımının, burjuvazi tarafından daha kritik ve riskli bulunduğu 18-40 yaş arasının bu yaşam bölümü içerisinde birden fazla kriz görmemesi; devrim riskini düşürecektir.


Ülkemizde de bu varsayımlar çerçevesinde, kamusal denetimi sağlamak üzere kurulmuş çok sayıda resmi kurum bulunmaktadır. Bunların en önemlilerinden biri olarak kabul edilen Rekabet Kurumu’nun görevi “mal ve hizmet piyasalarının serbest ve sağlıklı bir rekabet ortamı içinde teşekkülünün ve gelişmesinin temini”dir. İş gücü piyasasında ise işveren hizmet alan, işçi ise hizmet veren konumunda olduğundan piyasanın başat bileşenlerindendir. Bu nedenle, kurumun görev ve sorumlulukları tanımlanırken, tanımın içerisine “iş gücü piyasası” ifadesi ayrıca eklenmemiştir. İş gücü piyasası, terminolojik olarak “mal ve hizmet piyasası” kavramının doğal ve ayrılmaz bir unsurudur.


Rekabet Kurumu’nun 2021 yılında görevli başkanı Birol Küle, işgücü pazarlarının rekabet hukuku bakımından neden önem arz ettiğine yönelik bir soru üzerine şu yanıtı vermiştir:


“Rekabet Kurumu olarak yaptığımız soruşturmalarda son zamanlara kadar mal ve hizmet pazarlarına odaklanılması nedeniyle istihdam pazarına yönelik centilmenlik anlaşmaları hakkında açtığımız soruşturmalar ilgi uyandırmaktadır. Bu sebeple söz konusu soruşturmaların arka planı ve pazar ekonomisine olası katkıları hakkında açıklamalar yapmak elzem olmuştur.
Son yıllarda hepimizin şahit olduğu dijitalleşme, iş yapma şekillerindeki değişimler ve küresel ölçekte güçlenen ve bundan belki 15-20 yıl önce henüz var olmayan teşebbüslerin pazar paylarının hızlı artışı, pandemi döneminde daha da belirginleşmiştir. Bu değişim karşısında iş gücünün pazarlık gücünün gerilediğini ve artan refahtan yeterli payı alamadığını görüyoruz. Nitekim, geçtiğimiz ay yayımlanan ve son 40-50 yıllık küresel sektörel yoğunlaşma profillerini ortaya koyan “Yükselen Pazar Gücü” başlıklı Uluslararası Para Fonu/IMF yayınında da pazar lideri teşebbüslerin pazar payları ve karlılıkları artarken, çalışanların bu iyileşmeden herhangi bir fayda sağlayamadığı ifade edilmektedir.
Bizim açımızdan iş gücü pazarlarında rahatsız edici unsur ve aynı zamanda soruşturmalarımızın konusu, iş gücünün teşebbüsler arasında hareketini engellemeye yönelik çeşitli uygulamalardır. Bu uygulamalar neticesinde tüketici refahını maksimize etmeyi hedefleyen Rekabet Hukuku açısından rahatsız edici birtakım sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
Öncelikle mobilitesi azalan iş gücü bugünkü ekonomik hayatın vazgeçilmez bir unsuru olan inovasyonu azaltmaktadır. Başka teşebbüslerde çalışması zorlaşan çalışanların ekonomik değer yaratma sürecinde katkısının azalması kaçınılmazdır. İnovasyonun azalması neticesinde hiç şüphesiz ekonomik büyüme ve bir bütün olarak ülke ekonomisinin rekabet gücü de zarar görmektedir.
Diğer bir olumsuz sonuç da çalışanların emeğinin karşılığı olan ücretlerin gerçek değerini bulamamasıdır. Hak edilenden daha düşük ücret, çalışanların refahtan aldıkların payın azalmasına ve ekonomiye tüketim ve tasarruf yoluyla sağladıkları katkının bir o kadar geride kalmasına neden olmaktadır. Bu ülkede eğitim almış, yetişmiş ancak değerini bulamayan iş gücünün yurt dışına yönlenmesinden hiç bahsetmiyorum bile.“

Görüldüğü üzere bu tür kurumlar; rekabet piyasasının, hiçbir hukuki ve ahlaki sınır gözetilmeksizin yok sayılmasının serbest piyasa ekonomisinin sürdürülebilirliğini engelleyeceğinin farkında. İş gücü piyasasına yönelik ahlaki ve hukuki olmayan müdahaleler söz konusu olduğunda; dar ve kısa vadeli bir bakış açısıyla bakıldığında çalışanların; daha geniş bir çıkarımın sonucu olarak bakıldığında ise burjuvazinin uzun vadeli sınıfsal çıkarlarını korumaktalar. Farklı konuları tek bir yazıda bir araya getirmemin nedeni, ikisi arasında bağlamı ortaya koyabilmektir.


Ülkemizde de pekçok sektörde, sözde “centilmenlik” anlaşmaları yoluyla; çalışanların bir firmadan ayrılıp bir başka firmaya geçmesinin engellenmesi; maaş düzeylerinin anlaşma taraflarınca ortak bir çerçeve dahilinde, rekabet dışı bir şekilde ortak eğilim ya da karar olarak belirlenmesi; anlaşma taraflarının uzlaştıkları ve doğal olarak yasadışı olan konular hakkında anlaşamadıkları çalışanların hiçbir şirkette işe alınmaması; ücret sabitleme; sendikaların ya da çalışan haklarını savunan bir arada olma yapılanmalarının her türlü yol kullanılarak dağıtılması; ortak mobbing; çalışanların bir arada sosyalleşmesinin ayıp bir davranış gibi gösterilerek çalışanların çeşitli yollarla madden ya da manevi olarak cezalandırılması; haklı fesih yoluyla işten ayrılan çalışana tazminatlarının ödenmemesi; çalışanların her türlü hak ve kazanımlarının, söz konusu yasadışı centilmenlik anlaşma taraflarınca ortak bir eylem ve fikir bütünlüğü içinde engellenmeye çalışılması gibi yasadışı fiiler pervasızca gerçekleştirilmektedir. Konunun çalışma hürriyeti, ifade özgürlüğü, düşünce ve düşündüğünü yayma özgürlüğü gibi anayasal ihlal boyutları bir yönüyle; yozlaşma ve ahlaki çöküntü boyutu ise diğer yönüyle incelenmeye değerdir.


Alıntı için kaynak: AA ropörtajı


Comments

Couldn’t Load Comments
It looks like there was a technical problem. Try reconnecting or refreshing the page.
bottom of page