top of page
Yazarın fotoğrafıM.Serhad SARIARSLAN

Mülkiyet hırsızlık mı?



Pierre-Joseph Proudhon’un 1840’ta yayımlanan, tam adı “Mülkiyet nedir? veya Hukuk ve Hükümet Prensibi Üzerine Araştırma” olan eserinde; başka konuların yanı sıra mülkiyetin; yani bir şeylere sahip olmanın doğal bir hak olarak algılanmasının akıldışılığına değinir. Bu tespitlerini iki ana omurga üzerinden ifade eder:

İlki; bir şeye sahip olan kişi, bu sahipliği kullanarak başka bir kişiyi sömürmeye hileli bir meşruiyet sağlar. Bu hileli meşruiyet örtüsü kaldırıldığında, ortada kalan şey ise düpedüz hırsızlıktır.


İkincisi ise mülk sahibi kişiler ile mülksüzler arasında gerek bireysel gerekse toplumsal olarak; mülk sahibi lehine baskı kurma, karar alıcı hale gelme, söz hakkının mülksüzden mülk sahibine devri (otorite) yoluyla bir despotluk üretilmesi ve bu despotluğun sürekli tekrarlanan bir “el koyma” illüzyonu yaratmasıdır. Proudhon, mülkiyet olarak üretim yapmaya yarayan her türlü araç, gereç, makine, arazi, fabrika gibi sahipliğe konu olabilecek tüm varlıkların yanı sıra kişisel kullanım amaçlı araç, konut, arazi, eşya mülkiyetini de kastetmiştir. Bu noktada, eleştirilerini daha sıklıkla Roma Hukuku çerçevesindeki mülkiyet kavramına karşı yönelttiği anlaşılmaktadır.


Sahibi olmayan bir varlık, onu kullanmaya ihtiyacı olan herkesin ortak ve geçici malıdır. Bu varlığı, tek bir kişinin mülkiyetine geçirmek, ondan elde edilecek faydadan diğer kalan herkesi mahrum etmektir. Herkesin malı olan bir şey, kullanımdan kaynaklı sorumluluk kuralları şartı ile ihtiyaç sahiplerinin geçici kullanımına tahsis edilebilmektedir. Örneğin çocuk parklarında yer alan oyuncakların düzgün kullanılmaması bu nedenle hem hukuken hem de toplum kuralları çerçevesinde suç ve ayıptır. Buna ek olarak, herkesin malı olan şey, ihtiyaç sahibine kötüye kullanıma yönelmeme veya kullanımda yanılgıya düşmeme sorumluluğu da yüklemektedir. Oysa, mülkiyetin tek bir kişiye özgülenmesi ile o kişi sadece başkalarını mahrum etmekle kalmayacak; aynı zamanda kullanılan varlık hakkında bütün sorumluluklardan azade kılınacak; her türlü kötüye kullanım ve kullanımda yanılgıya düşme hakkına da sahip olacaktır.


Karl Marx, Proudhon’un eserine mülkiyet kavramına geliştirdiği karşıtlık yönüyle sınırlı bir destek vermiş olsa da temelde sert biçimde eleştirmiştir. Bu eleştirinin, kaynaklarından biri, Proudhon’ın ayakları yere basan bir ekonomi-politik eleştirisi yapmadan mülkiyet eleştirisi yapmaya girişmesidir. Hatta, Proudhon’un ekonomi-politiği bilimden dahi saymama yaklaşımı, tabiri yerindeyse Marx’ı çileden çıkartmıştır.


Marx ve Engels, Kutsal Aile eserinde; Proudhon’un mülkiyet kavramının ne olduğunu doğru analiz edememesi nedeniyle; karşıtlığı da doğru yere koyamadığını şu sözlerle ifade eder:


“Aslında Proudhon, Eleştirel Eleştirinin [Edgar Bauer] ona yaptırmaya çalıştığının aksine, sahip olmayla sahip olmamayı karşı karşıya getirmez, [bunun yerine] eldecilikle eski özel mülkiyet sahipliği biçimini karşı karşıya getirir. Eldeciliğin bir “toplumsal işlev” olduğunu iddia eder... [Ne var ki] Proudhon bu düşüncesine uygun bir gelişme çizgisi kazandıramamıştır.” (Kutsal Aile, 70-71, Sol Yayınları)

Mülkiyetin, sermaye sınıfı diktatörlüğünün, işçi emeğine sürekli el koyarak biriktirdiği ve bu anlamda biriktirilmiş emekten başka bir şey olmayan içeriğine yönelik olarak yapılan hırsızlık tespiti ekonomi-politik açısından doğru bir yere oturmaktadır. Proudhon, kölelik düzeni ile mevcut düzen arasında aşağıda yaptığı benzetmeyle, ekonomi-politiği bir yerlerinden yakalayacakmış gibi görünmektedir:


Şayet 'kölelik nedir?' soruna cevap vermem gerekseydi ve tek kelimeyle, 'kölelik cinayettir' deseydim, ne kastettiğim derhal anlaşılırdı. Bir insandan düşünme yetisini, iradesini, şahsiyetini alma gücünün, insan için hayati bir mesele olduğunu ve bir insanı köleleştirmenin onu öldürmek olduğunu göstermek için uzun söze gerek olmayacaktı.
Öyleyse neden "mülkiyet nedir?" sorusuna, anlaşılacağımdan emin olarak, 'hırsızlıktır' diye cevap veremiyorum. Ne de olsa ikinci soru ilkinin şekil değiştirmiş halinden ibaret değil mi? (Pierre-Joseph Proudhon, Mülkiyet Nedir? Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Çeviren: Devrim Çetinkasap)

Ancak Proudhon, örneğin işçi ücretlerinin de kavramsal olarak bir mülkiyet biçimi olduğunu kaçırmaktadır. Bu yönüyle, mülkiyetin tüm elde etme biçimlerini dahil ederek şeytani bir kavramlaştırma kazanına atılması, işçi sınıfı ve sermaye sınıfı arasındaki mücadelenin konusu olarak mülkiyetin en temel açmazlarını da gizlemektedir. Karl Marx, bu konudaki çelişkileri, Proudhon’un “Sefaletin Felsefesi” isimli eserine cevaben kaleme aldığı “Felsefenin Sefaleti” kitabında daha detaylı irdelemektedir.


Toparlayacak olursak, Proudhon’un, bir varlığı bir kişinin mülkiyetine geçirmek diye bir kavramın aslında olmadığı, bunun aslında apaçık bir biçimde herhangi bir varlığı tek bir kişi hariç herkese yasaklamak ve el koymak olduğu; üstelik bir de mülkiyeti kutsallaştırma ahlaksızlığına sarılarak meşruiyet kazandırılan açık bir hırsızlığı gizlediği yönündeki tespitleri, sermaye sınıfının işçi sınıfına tam olarak yaptığı şeyi anlatmaktadır. Proudhon’un kastettiğini düşünmek istediğimiz mülkiyet; işçinin, biriktirilmiş emeğine el koymakla oluşturulan küresel bir hırsızlık fonudur. Bu fon, burjuva mülkiyetinin temelini oluşturur. Ancak Proudhon’un kast ettiği bu değildir. Faizsiz bir banka kurarak kredi vermek yoluyla insanları mülklendirmeyi amaçlayan Proudhon (bu proje başarısızlıkla sonuçlanmıştır.) mülkiyetin kendisine değil, yaşadığı çağda egemen olan mülkiyet biçimlerinin toplumsal sonuçlarına karşıdır. Marx, bu durumu “sefil bir felsefe” olarak görmektedir. Zira, işçi sınıfı-burjuvazi çelişkisine dayanmayan bir mülkiyet eleştirisi neticede kendi kendini yalanlayıp çürütecek fasit bir daireden başka bir şey değildir.


Aşağıdaki satırlar yine Proudhon’a aittir ve Marx’ın Proudhon hakkında “doğru doktrinden sapan küçük burjuva sosyalisti” suçlamasına neden olmuştur:


“…dolayısıyla devrimci eylemi toplumsal reformun aracı olarak görmeyi bırakmamız gerekiyor. Çünkü bu sözde araç şiddete, keyfi tutumlara davetten başka bir şey değil. Bu tam bir çelişki. Benim gözümde toplumsal sorun şu şekilde özetlenebilir: Bir iktisadî bileşim sonucu toplumun dışına çıkmış zenginlikleri, başka bir iktisadî bileşimle toplumun içine yeniden sokmak.” (Haubtmann 1982, aktaran Ege, 2019: 108)

Proudhon’un; iktidarı, muhatabı kim olursa olsun birilerine teslim etmenin, neticede kötüye kullanılacağı ve bu yönüyle hiçbir ulvi düşüncenin başarıya ulaşamayacağı anlamında yorumlayabileceğimiz düşünceleri; üzerinde detaylı şekilde düşünmeyi fazlasıyla hak etmektedir. Ancak; Proudhon’un; halkın siyasete uzak durması, politikanın bir parçası olmaması, bu politika yürütücülerinin en nihayetinde kendi çıkarlarını düşünen asalaklar olduğu, dayandıkları düşünce ne kadar ulvi olursa olsun ahlaki bir omurga olmadan hiçbir siyasetin insanlığa hizmet edemeyeceği yönündeki çağrılarının, gerekçe olarak ne kadar dikkate alınması gerekse de sonuçta mücadelesiz ve pasif bir toplumun egemen sınıflara yarayacağı bilinmelidir. Mücadelenin devre dışı bırakıldığı bir sömürü düzeninin, her geçen gün daha da acımasızlaşmak dışında bir değişikliğe uğramayacağı gerçeği ile bir arada düşünülmedikçe, ahlak sorunu hakkında beylik laflar etmenin de insanlığa bir faydası olmayacaktır.


Proudhon, vicdan, ahlak ve adalet kavramlarını dayanak alarak tespit ve teorilerini geliştirmiştir. Proudhon’a göre toplumlar önce ahlaklı olmalı daha sonra devrimci bir yönelime sahip olmalıdır. Marx ise, toplumları ahlaksızlaştıranın zaten kapitalizm olduğunu, kapitalizm var oldukça ve güçlendikçe toplumsal ahlaki sorunların derinleştiğini; ahlaklı bir toplumun ise ancak işçi sınıfı devriminden sonra inşa edilebileceğini düşünmektedir. Marx'a göre ahlaksızlığı besleyen, yaygınlaştıran, meşrulaştıran bizzat bu düzenin kendisidir. Marx ve Proudhon arasındaki karşıtlığın nedenleri biraz da burada aranmalıdır.


Comments

Couldn’t Load Comments
It looks like there was a technical problem. Try reconnecting or refreshing the page.
bottom of page