top of page
Yazarın fotoğrafıM.Serhad SARIARSLAN

Bilinç Mucizesi Üzerine

Türk Dil Kurumu Sözlüğü, başlıkta kullandığım “mucize” kelimesi için “insan aklının alamayacağı, olağanüstü, şaşırtıcı olay” tanımını kullanmış. Öyleyse, “aklın alabilmesi” bariyerini aşamayan her olay, mucize tanımına örnek verilebilir. Aynı anlama gelmek üzere, aklın almasıyla mucizeliği de sona erer. Bu tanımlama, mucizenin “kendinde” bir olgu olmadığını, bir şeyin mucize olup olmamasının belirleyeninin, mucize görülen olayın kendisi değil, onu algılayanın anlayabilme yeterliliği olduğunu da ifade ediyor. Bilinç kavramı konusunda bilinmeyen ve “aklın alamadığı” büyük bir alanın hala keşfedilmeyi beklediğinden hareketle, bu kavrama mucize demenin, içinde bulunduğumuz yüzyılda hala isabetli olduğunu düşünebiliriz.


Bilinci, “kendinden bağımsız bir varlık olarak kendini algılayan varlık” şeklinde tanımlarsak hataya düşmüş de sayılırız, düşmemiş de sayılırız. Öyleyse daha iyisini deneyelim: Öncelikle ortada bir varlık var. Varlık varsa, ontolojiye (varlık felsefesi) girmeden bunu teferruatıyla anlamlandırmak mümkün değil. Sonra bu varlık bir şeyleri algılıyor. Öyleyse fenomenoloji (görüngü bilimi) olmadan bunun da içinden çıkamayız. Üstelik bu varlık dönüyor ve kendini algılıyor. Zihin felsefesinin derinliklerine dalmadan bu durumu da yerli yerine oturtmak mümkün değil. Tüm bu süreçlerin, zincirleme şekilde çok sayıda biyolojik süreçler neticesinde meydana gelmesi tıp ve biyoloji bilimlerini de zorunlu kılsa da o kadarına bu yazıda değinebilmek mümkün değil.


Konuya, bizlerden farklı duyulara sahip kimi canlılardan bahsederek başlamak, hiç değilse fenomenoloji konusunda zihin açacaktır. Dünyamızda, bazı canlıların ultraviyole ışınları algılayabildikleri yani ultraviyole duyuları olduğu bilinmektedir. Onların zihinlerinde oluşan güneşin şekli ile bizim zihnimizdeki güneşin şeklinin ne kadar farklı iki görüngü olduğunu, ultraviyole ışınlara maruz kalmış herhangi bir varlığı onların gözlemlemesi ile bizlerin gözlemlemesinin ne kadar başka tanımlara gebe olduğunu fark etmek hiç zor değil. Yayın balıkları da, karbondioksit değişimini tespit eden duyulara sahiptir mesela. Onlar için denizin dip karanlıklarının beyinlerinde oluşturduğu görüngü ile bizimki arasında belki de hiç benzerlik yoktur. Yarasalardaki ekolokasyon duyusu, yansıyan seslerin bir kilohertzin on binde biri kadar frekans farklılıklarını algılayan muhteşem bir duyudur. Yarasalar, bu aşırı hassas verileri birleştirerek beyinlerinde bir görüngü oluştururlar ve sanki gözleri varmışçasına hareket ederler. Bizim gözümüze yansıyan ışık fotonları ile oluşturduğumuz görüngü ile onların ekolokasyon duyuları ile beyinlerinde oluşturdukları görüngü arasında emin olun hiçbir benzerlik yoktur. Somon balıkları, aminoasidi tespit eden duyulara sahiptir. Tıpkı, insanların koklama duyusuna benzer şekilde, sudaki aminoasidi algılarlar. Bazı kuş türlerinde manyetik alan duyusu bulunduğuna dair çok sayıda araştırma mevcuttur. Havayı bizim algılamamız ile onların algılaması çok farklıdır. Yıldız burunlu köstebekler, elektriksel impuls duyusuna sahiptir. Yakınlarındaki bir canlının kas hareketlerinin yarattığı elektriksel akımları algılar ve beyinlerinde buna göre bir görüngü oluştururlar. Avlarının kas hareketlerinin yarattığı elektriksel akımları algılayan bu duyulara sahip böyle bir canlının karşısında dursak, bizi beyninde nasıl resmeder? Görüldüğü gibi, gerçeklik dediğimiz olgu, gerçekliğin kendisinden bağımsız olarak bizim onu hangi duyularımızla ve nasıl algıladığımızla ilgilidir. Bir yarasanın bir ağaca dair beyninde oluşturduğu tasavvur ve bir insanın aynı ağaç için beyninde oluşturduğu tasavvur birbiriyle benzemez özelliklere sahiptir. Öyleyse hangi algılama biçimi gerçeği yansıtır? Yarasanınki mi, bizimki mi? Gerçek şu ki, her iki suret de, gerçeğin kendisi değildir.


Gerçeğin yansıması, görüngüsü, kendi ekranlarımızdaki karşılığıdır; ancak gerçeğin kendisi değildir. Biz, kendi duyu organlarımızla sınırlı olmak üzere, kendi anlayacağımız şekilde görüngü oluşturur ve bu görüngüyü o varlığın kendisi zannederiz. Buraya kadar, fenomenoloji (görüngü bilimi) konusunda çok kısa, temel ve özet bir ön bilgiye ulaşmış olduk. Algılayan varlık ile algılanan varlık arasındaki bu ilişkiye değinerek ontoloji (varlık bilimi) konusunda da konumuza yetecek ölçüde ön bir bilgi sezisi yarattık. Öyleyse, konunun düğümünü çözmeye cüret edecek olan zihin felsefesinin dış çeperlerine geçebiliriz.


Bilinci, öncelikle fenomenal bilinç şeklinde ifade edelim ki bu bilinçlilik durumunun, varlığın kendini algılama tevessülü olduğunun altını çizmiş olalım. Kendi kendini deneyimleyen varlığın, kendini deneyimleme şekli olarak da ifade edebileceğimiz “fenomenal bilinç” kavramının ilk düğümü, yazının başlarında bahsedildiği üzere, bir varlığın başka bir varlığı deneyimlerken zaten o varlığın saf gerçekliğine ulaşamaması, yalnızca kısmi ve tamamen öznel bir görüngüsünü oluşturmasıyla atılmaktadır. İlk düğümün kendisi yeterince büyüktür. Ancak ardından ikinci bir düğüm gelir: Başka varlıkları, gerçeklikten uzak öznel bir görüngü ile resmeden varlık, kendi varlığını hangi gerçekliğe göre resmedecektir? Aynanın karşısında gördüğümüz “görüngüden” bahsetmiyoruz. İnsanın, gözlerini kapatıp kendi varlığını algılamasından bahsediyoruz. Birbirleriyle; ispatlanmış fizik kanunları ile bağlanmış sonsuz sayıda varlığın anlaşılabilir fiziksel düzeninin hüküm sürdüğü evrende, tüm bu nedensellikler zincirinin tamamen dışında bambaşka bir algılayış gibi duran “bilinç” kavramı; tıpkı başka varlıkları algılarken hataya düşen varlığa, kendini algılarken doğruyu ve gerçeği mi gösterecektir; yoksa bu da diğerleri gibi tamamen bir aldatmaca mıdır? Tüm bu sorulardan elde edilebilecek çıkarsama ise ancak şu olabilir: “Bilinç, buna sahip varlık için kendi gerçekliğinin fenomenidir.”


Tura’nın fenomenal dünya yaklaşımı, bu durumu öncelikle bir illüzyon olarak tanımlar. Alışılagelmiş illüzyonlar, illüzyon bittikten sonra, Türkçemizdeki güzel deyimle; “boşluğuna gelen” varlığı kendine getirir. İllüzyon, izleyicinin bir anlığına boşluğuna gelen yanılsamalardır. Ancak her şey illüzyon bitene kadardır. İllüzyon olduğunu anlar ve gerçekliğimize döneriz. Yani, gösteri biter ve “boşluk” son bulur. Tura; fenomenal dünya yaklaşımı ile, bilinci kesintisiz bir illüzyona benzetir. İllüzyon bir anlığına dahi asla kesintiye uğramaz. İllüzyon olduğunu bilsek dahi bir anlık dahi kesinti bulunmadığından, o algılamadan asla kurtulamayız. Öyleyse yaşam; bilinçli varlığın (insanın) asla bitmeyecek boşluğuna gelmiştir.


Tüm bu anlatılar, idealizm felsefesini güçlendirir mi? Fiziksel dünyayı, yani kendi duyu olanaklarımızla adeta yeniden tasarlayarak perdeye düşürebildiğimiz gerçeğin gölgesini, gerçekliğin kendisi sanmamız, o gerçekliğin var olmadığı anlamına gelmez. Dolayısıyla, algı dünyasının; gerçek dünyanın doğrudan bir yansıması olmaması, gerçekliğe halel getiren bir sonuca hizmet etmez. Fenomenal yaşamı, gerçekliğin kendisi gibi algılamak, algılayan varlığın tamamen kendi duyu sınırlarıyla ilgilidir. Öyleyse, bu durum idealizm felsefesinin değirmenine su taşımaz.


Son cümle olarak bilinç; yalnızca kendi kendini gözlemleyebilen ancak dışarıdan gözlemlenme olanağı olmayan kapalı devre fenomenal bir algılama türüdür. Bu fenomenal algı sürecinde bilinç, her zaman geçmişin bilincidir. Çünkü, kendine dönük algılama, her zaman gerçekleşmiş ve o anki gerçeklenme deneyimi tamamlanmış bir “ben” pozisyonunun algısıdır. Dolayısıyla geleceğin bilinci olmaz.


Комментарии

Не удалось загрузить комментарии
Похоже, возникла техническая проблема. Заново подключитесь к интернету или обновите страницу.
bottom of page